Sivri Kalemler Derneği Şiir Etkinliği
Emlak Sanatı Bağlıca olarak böyle bir programı organize etmiş olmaktan mutluluk duyarız. Sanatla kalın...

ÖYKÜLERİM
Ayşe'nin Rüyası
Ayşen’in Rüyası
Yüzyıllar önce olduğu gibi yine şehrin bir ucundan koşarak gelip uyarmak isterdi belki herkesi Habib Neccar: “Kalkın! Uyanın! Kaçın ey insanlar! Yer sarsılacak, dağlar kavuşacak, toprak yarılıp şehirleri yutacak” diye. Ancak bu mümkün değildi ve Habib Neccar’ın adını aldığı o dağ belki de olacakları bildiği halde sessizce izliyordu Antakya’yı. Başında fırıl fırıl dönen dumanlar, eteklerinde havlayan sahipsiz köpekler ve yerin altında homurdanan dev fayların dışında ne insanlar ne aydınlık caddeler ne de huzurla tüten bacalar hiçbir şeyin farkında değillerdi. Gece yolcularını taşıyan birkaç taksi, nöbetinden dönen işçiler ve o saatte uyanık olmak zorunda olanların dışında kimsecikler yoktu etrafta. Asi nehrinde bile bir hal vardı. Koşarak kaçıyordu sanki o gece. Altı Şubat gecesi saat 04.17 ye dakikalar kalaydı. Küçük Ayşe çığlıklar atarak uyandı. Boğazı kurumuş, ateşler içinde yanıyordu. İstemsizce titriyordu. Telaşla annesinin yanına koştu. Onu yorganından çeke çeke uyandırıp:
-Kaçmamız lazım anne! Kaçmamız lazım anne! Diyerek, telaşla annesini yataktan aşağıya sürükledi. Annesi uyku sersemliği içinde hiçbir şey anlamadan Ayşen’in gözlerindeki korkuyu ve telaşına bir anlama veremeden
-Ne oldu yavrum? diye sordu.
- Rüyamda bir adam gördüm, korkunç devlerin iplerini çözüyordu. Hepsini üzerimize salacak, dedi.
O kadar çığlık atıyor ve ısrar ediyordu ki. “Birkaç dakikalığına onu aşağı indireyim sakinleşsin, hem akşamdan kalma çöpleri dökerim” deyip Ayşe’nin montunu giydirdi, başına çok sevdiği o pembe örgülü ve ponponlu şapkasını da geçirdi. Alelacele üzerine bir şey alıp, birazdan işe gitmek üzere kalkacak olan kocasını uyandırmamaya gayret ederek evden çıktılar.
Aşağıya indiklerinde buz gibi bir hava yaladı terli yüzlerini. Şehrin bu sessiz halini belki de ilk defa görüyordu Ayşe. Dükkanlar kapalı evlerin lambaları sönüktü. Sadece sokak lambaları yanıyordu o saatte. Ayşe’nin içindeki korku geçmemişti. Rüyanın etkisi yüzünden hala okunabiliyordu. Annesi;
- Tamam mı yavrum? Bak devler yok, sadece bir rüyaydı, hadi çıkalım hasta olacaksın bu soğukta dedi.
Ayşe birazcık ikna olmuş olsa da eve gitmekte biraz tereddütlüydü. Yine de annesinin ona uzanan elini tutup apartmanın giriş kapısına doğru yaklaştıkları anda önce yerin derinliklerinden gelen zincire bağlanmış devlerin seslerine benzeyen bir uğultu işittiler. İkisi de birbirinin gözlerine baktığı anda ayaklarının kaydığını hissettiler.
-Anne, ne oluyor buna? Diye sordu. Ancak annesinin cevap verecek hali yoktu. Şiddetli sarsıntı bir anda ikisini de sarhoş gibi yapmıştı. Binalar yatıp kalkıyor, ayaklarının altındaki yol çatır çatır çatır yarılmaya başlıyordu. Annesi çığlıklar içinde Ayşe’yi kucağına almış ne yana kaçacağını bilemeden olduğu yere dizlerinin üstüne çökmüş, yukarıda olan kocası ve diğer iki çocuğunu uyandırabilmek için var gücüyle bağırıyordu. Ancak birkaç saniye içinde oturdukları binanın gözlerinin önünde çöküşüne şahit oldular. Her yerden sesler, alarmlar, insan çığlıkları, havlamalar, çırpınarak kaçışan güvercinler ve toz bulutu yükseliyordu. Ayşe’yi olanları görmesin diye göğsüne sımsıkı bastıran annesi. Çok ama çok çaresizce yarı baygın bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Birkaç dakika içinde şehrin neredeyse tamamı yıkılmıştı. Antakya’dan yükselen feryadın aynısı Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş, Malatya, Osmaniye, Kilis ve Adıyaman da yükseldi. Anadolu topraklarının neredeyse tamamında hissedilen bu büyük zelzele bu şehirlerin hemen hemen tamamını yutmuştu. Bütün ülke hatta bütün dünya uyanmıştı. Panik halinde milyonlarca insan oradan oraya koşturuyor, kimse ne yapacağını bilemeden kalıntılar arasında kalan yakınlarını elleriyle kazarak kurtarmaya çalışıyordu. Her evden her yıkıntıdan her sokak ve caddeden “Allah’ını seven yardım etsin!” diyen milyonlarca insan bu soğuk havada bir anda kendilerini cehennemin tam ortasında buldular.
İşte yine olmuştu. 1900 yıl önce Antakya’yı yerle bir eden deprem yeniden uyanmış hiç kimsenin, tahmin etmediği, hiç kimsenin ön görmediği bir saatte cehennem bir kez daha yeryüzüne inmişti. Zamanla yarışmak vaktiydi. Ancak hangi birine yetişilebilirdi ki. Var gücüyle topyekûn bölgeye hareket edildi. Dozerler, kepçeler, askerler, siviller, ambulanslar, kamyonlar, kurtarma ekipleri, uçaklar, helikopterler ve faydası dokunabilecek herkes ve her şey son sürat bu şehirlere yardım etmek üzere seferber edildi. O geceye tanık olanların ölene kadar bu korkunç geceyi unutamayacaklar. Can pazarıydı ve canların yüzbinlercesi tonlarca beton kütlelerinin altında ya ölmüş ya da ölmek üzereydi. Korku dağları, ovaları sarmıştı. Her evde, can taşıyan her bedende derinden daha derin bir üzüntü vardı artık. Tarifi mümkün olmayan bir felaket. Acısı yüzlerce yıl hatırlanacak bir yıkımdı bu.
Ayşe’nin Rüyası kendisini ve annesini kurtarmıştı. Ancak babası ve iki ağabeyinin akıbetlerinden haberi yoktu henüz. Titremekten bir türlü kendine gelemiyor, sürekli ağlayan annesinin yüzünde sel olmuş gözyaşlarına kendi gözyaşlarını katarak birbirlerine sımsıkı sarılı olarak orada öylece duruyorlardı. Birkaç dakika sonra toz bulutları biraz sakinleşmeye başladığında askerler göründü. Ellerindeki battaniyelerden birini Ayşe ve annesinin omuzlarına atıp onları daha güvenli bir yere götürdüler. Her yere çadırlar kuruluyordu. Feryatlar kesilmemişti ama en azından hayatta kalanlar ölmemiş olmanın sevincini ölen yakınlarının üzüntüsünün bir katman altında yaşıyor ve durumu kabullenmeye çalışıyorlardı. Şehrin meydanlarında çorba tezgâhları kuruluyor, yakın şehirler başta olmak üzere ülkenin her yerinden yardıma gelen yüzbinlerce insan enkazlara dağıtılıyor, kimi kürek kimi kazma kimi el yordamıyla bu felaketin bilançosunu bir can olsun azaltmak için çırpınırcasına çalışıyordu. Ayşe bir ara kendine gelip;
-Anne devler gelecek demiştim, dedi.
-Babam ve abilerim nerede? Onlara da battaniye götürelim diyebildi. Annesi onu teselli ederek,
-Birazdan gelirler yavrum, yardım ediyorlar dedi. Ancak hemen önlerindeki enkazdan birilerinin canlı çıkma ihtimalinin çok zor olduğunu biliyordu. Durumu hiçbir şey değiştiremezdi ve annenin bunu kabullenmekten başka çaresi yoktu. “Ecel geldi cihane, baş ağrısı bahane” derdi eskiler ve durum aynen böyleydi. İçinden isyan etmek haykırmak kendini paralamak isteği geçse de bunu yapacak ne takati ne de zamanı vardı. Birden aklına kocasının ve oğullarının belki hala yaşıyor olabileceği fikri geldi.
-Ayşeciğim seni bu asker abilere bırakıp baban ve abilerini bulmaya gitsem olur mu? dedi. Normal bir zamanda ve böyle bir durumda bu teklifi asla kabul etmeyecek olan Ayşe, az çok bir şeylerin ters gittiğini anladığından ve babası ile abilerini bir an önce yanında görmek istediğinden, istemsizce;
-Olur anne dedi.
Anne bu cevaba o kadar sevinmişti ki Ayşe’yi orada ki askerlerden birine sıkı sıkı tembih eder etmez adeta uçarak koştu apartmanlarının enkazına doğru. Geceydi, elektrikler kesik, sular kesik her yer kapkaranlıktı. Apartmanlarının bulunduğu bu enkaz yığınının koşarak üzerine çıktı evleri 5 katlı bu apartmanın en üst katındaydı. Ancak şu anda üzerinde yürüdüğü çatının yerden yüksekliği iki üç metreyi geçmezdi. Hala dumanlar tütüyordu enkazın içinden. Enkazın arkasına doğru baktığında orada kurtarma ekipleri tarafından pansuman yapılan yaralılar olduğunu gördü. Yanlarına koştu. Yaralıların arasında derhal görmek istediği üç kişi vardı. Alt kat komşularından biri yerde kanlar içinde yatıyordu. Yanında yine aynı kattaki komşularının askerden yeni gelen oğulları vardı kırık kolunu tutuyor ve annem diye feryat ediyordu. Ona doğru koşup
-Mehmet Ağabeyini gördün mü? diye sordu heyecanla. Yüreği yerinden oynayacak gibiydi. Çocuk sorduğu soruyu bile anlamamış olacak ki. “Anneeem” diye feryat etmeye devam etti. Hemen yanındaki görevlilere koştu.
-Başka kurtulan oldu mu?
-Evet efendim, ambulans ile birkaç kişi götürdüler ama isimlerini bilmiyoruz.
En yakın hastane birkaç yüz metre ilerdeydi. Ayağında terliklerinin olmadığını o anda fark edebildi. Ama umurunda değildi; hastaneye doğru koşmaya başladı. Tanıdık bir ses;
-Zeynep buradayım, diye çınladı kulağında. Başı döndü, gözleri karardı sesin geldiği yöne doğru döndüğünde kucağında küçük oğlunun cesedini taşıyan kocasını gördü, bayıldı…
Onlarca Kadim şehir artık tanınamayacak haldeydi. Modern medeniyetimizin Bayındırlık anlayışının bir sonucu olarak düşünebiliriz aslında. Üst üste evler kurarak daha fazla para ve daha fazla alan elde etme isteğinin faturasıydı bu. Depreme hiç can vermemek mümkündü ama canların servet karşısında hiçe sayıldığı bir uygarlık vardı yer yüzünde. Her depremde aynı acı, aynı sonuç. Bütün bunlardan ders almamak almaktan daha zordu aslında. Nitekim depremle yerle bir olan şehirler yeniden inşa edilirken bu mesele dikkate alınıyordu. Erzincan depreminden sonra bütün binalar en fazla üç katlı ve en kuvvetli materyallerden yapıldığını biliyordum. Düzce de hakeza. Van’da ve diğer deprem gören bölgelerde yeni yapılaşma anlayışı buna göre tanzim ediliyordu. Lakin ülkemizde bu tür depremlere dayanamayacak milyonarca bina halen ayakta ve bir sonraki felaketi ve ağır bilançosunu bekliyor.
Ayşe’ye gelince, şimdilik durumu iyi bir kardeşinin acısını yüreğine gömmüş olsa da anne babası ve bir kardeşi ile birlikte sağ kurtulmayı başarmışlardı. Şimdilik bir çadır kentte yaşıyor. Yine çadırdan yapılmış bir okulu ve hafif yaralarla kurutulmuş bir sürü arkadaşı ile oyunlar oynuyor bu yeni yaşam alanında. Annesi ise ona ayrı bir göz ve minnettarlıkla bakıyor, gördüğü o rüya ile hayatları kurtulduğu için.
YAZAN: Fahrettin KÖSEOĞLU